Hayatta hep kötü şeyler olmuyor. Yeter ki yardıma muhtaç insanların yanında birileri olsun, küçük bir yönlendirmeyle mucizeler ortaya çıkıyor.
Yine her zamanki gibi
tartışmalarla, kavgalarla geçen bir mesai gününü tamamlamak üzereydik. Mesai
saati dolmak üzere olmasına rağmen hala hastane koridorlarında telaşla
koşuşturan, bekleşen, yaşlısı genci çoluğu çocuğu insanlar vardı ve hala
tartışmalar, yalvarmalar devam etmekteydi.
Kimileri eczane önünde, kapatılan
eczane camlarını, kapılarını tıklatarak - yumruklayarak sabahtan beri
beklediklerini, “ne olur ilaçlarımızı
verinde gidelim, yolumuz uzak yarın gelme imkanımız yok, bu ilaçları mutlaka almak zorundayız ” gibi
yakarışlarla yalvarmakta, kimileri küfürler savurmaktaydı. Başka bir tarafta
ise bir poliklinik önünde bekleşenler buradaki görevliyle, elindeki bir
reçeteyi, raporu imzalatmak zorunda olduğunu veyahut günlerdir röntgende,
laboratuvar kuyruklarında bekleşerek toparladıkları filmleri, tahlilleri
doktora göstererek bir sonuca ulaşma umuduyla sabahtan beri gelmeyen doktordan
dolayı görevliyle tartışmaktaydılar..
SSK Hastanelerinin Sağlık Bakanlığına devrinden önceki yıllarda, bir
SSK hastanesinden rutin görüntüler..
O dönemde SSK Hastanesi
eczanesinde görev yapmaktaydım. Her gün binlerce reçete gelmekteydi eczanemize
ve yetersiz fiziki şartlar ve personelle hizmet vermeye çalışmaktaydık. Bir SSK hastanesi eczane çalışanı olarak
Şehrimizdeki SSK’lar gözünde çok önemli insandım! Çünkü mutlaka herkesin buraya
bir gün yolu düşüyordu. Eğer bir tanıdığın varsa saatlerce ilaç kuyruğunda
beklemek zorunda kalmaktan kurtuluyordun.
Eczane bitişiğindeki odamda
evrakları toparlamaya çalışırken genç bir adam girdi odama, kucağında
Üniversite hastanesinde yatmakta olan SSK’lı hastası için bizim eczaneden
aldığı bir koli ilaç paketi vardı. “Abi şu koliyi buraya bırakabilir miyim,
hemen bir taksi bulup gelip alacağım” dedi. “Olur” dedim, bırakıp çıktı.
Kolinin üzerinde Mevlana Hazretlerine ait bir kitap vardı. Kitabı açtım,
açtığım sayfada şu güzel söz vardı;
“Dertli bir adamın tereddüt ve dumanlarla
dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o evde bir pencere açmış olursun."
Bu söz, her nedense beni o an çok
etkiledi ve kendimi sorgulamaya sevk etti. Masamdaki takvimin üzerine kayıt
ettim. Her gün binlerce dertli insanla
karşılaşıyorduk.
Acaba yakınlarım dışında başka insanların derdini dinlemek, onlara
samimi olarak yardımcı olmak hususunda yeterli çaba gösteriyor muydum?
Gerçekten önemli bir iş ortamında çalışıyorduk. Burada sadece
görevimizi daha iyi ve özverili yaparak, yapmamız gerekeni yapmış olmakla
beraber, insanlara iyilikte yapmış olabileceğimizi farkına vardım!
Kendimi yokladığımda, bu iş ortamında bir makine, bir robot durumuna
olduğumu irkilerek fark ettim. Evet her gün binlerce dertli, sıkıntılı
insanla karşılaşıyorduk ve artık öyle bir hale gelmiştim ki, hastaların, hasta
yakınlarının yakınıp-sızlanmaları beni hiç etkilemiyordu!
Bu düşüncelerle odamdan çıktım.
Epey bir zamandır karşımda kırık, kuru soğuk tahta bankta oturan bir kadın
vardı, onlara daha dikkatlice baktım. Kadının kucağında, bir mumya gibi
kirlenmiş sargı bezleriyle sarılı minnacık çocuğu fark ettim. Üç dört
yaşlarında çocuk, kafasında, kollarında bacaklarında her yanında sargılar
olmasına rağmen annesinin kucağında, arada bir serçeler gibi cıvıldamaktaydı.
Kadına;
-Ablacığım ne bekliyorsunuz
burada dedim. Kadın, hemen yanımızdaki hariciye polikliniğini göstererek
- Doktoru bekliyorum. Öğleden
beri buradayım, ameliyatta olduğunu söylediler, belki gelebilir dediler.
- Ne işiniz var ki, dedim.
Kucağındaki minnacık çocuğu
göstererek,
-Bunun için araştırma hastanesine
sevk alacağım, dedi.
Eğilip biraz daha dikkatlice
baktım çocuğa. Kafasında, yüzünde, kollarında bacaklarında hemen hemen
vücudunun her yanında yanık yaraları ve sargı bezleri vardı. Yüzüne baktım, o
minnacık yüzde burun yoktu! Ürperdim, içim acıdı. Tüm vücuduma sanki o çocuğun
acıları, sızıları yayıldı. Ve yüreğimde uzun zamandır bu iş ortamında hiç
canlanmayan bir duygu, şefkat merhamet duyguları bir volkan gibi kabardı.
- Ne oldu ablacığım, bu yavruya
dedim.
- Yandı, Aşkale’deki depremde
evimiz yıkıldı, çocuklarımla kurtulduk.
Çadıra çıktık. Bir gece çadırımızda yangın çıktı, bir kızım bu yangında can
verdi, kucağındaki çocuğu göstererek, bununla beraber ablasını da yaralı
kurtardık.
O minnacık, uzaktan bakıldığında
mini mini bir kanaryaya benzeyen çocuk, o yaştaki anne kucağındaki bir çocuğun
yaptığı gibi elini kolunu sallıyor, sonrada acıyor olacak ki ağlamaya
başlıyordu!
Üzerinde sargı bezlerinden başka
doğru düzgün elbise olmadığından ve sargılardan seçemediğimden,
-Abla bu kız mı oğlan mı dedim.
-Kız, adı da Sinem, dedi..
- Abla bu çocuğu yatırıp, tedavi
filan yapmıyorlar mı? dedim.
- Yok kardeş, sigortalı olduğumuz
için buraya getiriyoruz, buradan da Araştırmaya sevk ediyorlar, onlarda sadece
pansuman yapıyorlar, aylardır böyle gidip geliyoruz. Bazen araştırmada kızıyorlar
da, ne diye bize sevk ediyorlar diye.
Daha dikkatli baktım, çocuğun
burnu hemen hemen hiç yok gibiydi. Yukarıda da söylediğim gibi vücudunun hemen
hemen her yanında derin yanıklar vardı ki, kadının söylediğine göre aylar
geçmesine rağmen halen açık yara durumundaydılar. Kadın,
- Bunun birde ablası var,
ortaokula gidiyordu. Onunda yüzünde ve birçok yerine bunun gibi yanıklar var.
Şimdi kızım okula da gitmediği gibi evden dışarı, kimsenin yanına da çıkmıyor,
pansuman için hastaneye bile getiremiyoruz, dedi.
O sırada Hariciye doktoru geldi,
kadın ve çocukla beraber polikliniğe girdim. Doktor önceden de bildiği için hiç
bakmadan hemen sevk kâğıdını yazmaya başladı. Ben,
-Hocam bu çocuğun durumu ne
olacak, siz araştırmaya sevk ediyorsunuz onlarda sadece pansuman yapıp
gönderiyorlarmış, bunun ciddi bir tedavi durumu yok mu? dedim. Doktor,
- Bizim yapabileceğimiz herhangi
bir şey yok, bu çocuğun plastik cerrahi tedavisi görmesi lazım, dedi.
İçimde öyle bir sevgi, merhamet,
şefkat duygusu oluşmuştu ki, bunları öylece bırakamazdım.
-Hocam olmaz böyle bir şey, bu
minnacık yavruyu böyle bırakamayız, bunun için mutlaka bir şey yapmamız lazım,
diyerek doktora çıkıştım. Doktor bey bana şaşırarak baktı,
-Benim bunun için yapabileceğim
en önemli şey, annesi isterse İstanbul'a sevk etmek. Ancak İstanbul’da tedavi
çok uzun sürer, giderlerse hemen sevklerini yazayım dedi.
Anneye döndüm;
-Biz İstanbul'a gidemeyiz. Orada
tanığımız kimsemiz yok, ben kadın halimle ne yapayım oralarda dedi.
Araştırma sevkini alarak doktorun
yanından çıktık. İçim yanıyordu, ancak ne yapacağımı bilmiyordum. Artık işi
gücü her şeyi unutmuş, bu çocuk ve annesi için mutlaka bir şey yapmak
istiyordum. Aklıma bir fikir geldi. Bir haber ajansında tanıdığım biri vardı.
Anneyi odama oturtturdum. Hemen bu haber ajansını aradım, buradaki arkadaşa
çocuğun durumunu anlatmaya çalışarak,
-Hemen bir kamera gönderin, haber
yapın, belki yetkililere ulaşır da bunlar için bir şeyler yaparlar dedim.
Ajanstaki arkadaş, arkadaşlarının
dışarıda haber peşinde olduklarını, eğer onlara ulaşabilirse buraya
yönlendireceğini söyledi. Bundan bir şey çıkmayacağını anladım. Çünkü vakit
dardı, anne acılar içinde kıvranan yavrusunun acılarını bir nebzecikte olsun
dindirebilmek umuduyla bir an önce araştırmaya gitmek istiyordu ve zaten mesai
saati de bitmek üzereydi. Hemen odamdaki fotoğraf makinesini alıp, anneye,
-Abla size gerçekten yardımcı
olmak istiyorum, ancak şuan için bir şey yapamadım. Eğer müsaade edersen
çocukla beraber fotoğrafınızı çekeyim, bende bulunsun belki bununla bir şeyler
yapabiliriz dedim. Müsaade etti. Bir iki kare fotoğraflarını çekip, içim
yanarak onları yolcu ettim.
O dönemler şimdiki gibi yaygın sosyal paylaşım siteleri yoktu. Mail grupları
vardı. Bende şehrimizle ilgili bir e-mail grubuna üyeydim. Bu grupta şehrimizle
ilgili tartışmalar yapılmaktaydı. Akşam fotoğrafları evimdeki bilgisayara
yüklerken o minnacık kuşa bir daha yandım. Sonra mail gruplarındaki mesajlara
göz attım. Şehrimizde yaşayan ya da şehrimiz dışındaki birçok hemşerimizin
mesajları, yazıları vardı. Hepsi tam bir
şehir milliyetçisi olarak, şehir adına çok yüksek perdeden, eften püften
şeylerden bahsediyorlardı. Bende içimi dökecek bir yer arıyordum zaten, hemen
gruba şunları yazdım.
“Değerli
hemşerilerim, hepiniz hali vakti yerinde
olan insanlarsınız. Sırtınız pek, tuzunuz kuru. Burada şehir adına atıp tutmak
güzelde, acaba fili olarak bu şehir ve bu şehirdekiler için gerçekten bir
şeyler yapıyor musunuz, yeri geldiğinde elinizi taşın altına koyabiliyor
musunuz? Bunlara evet diyorsanız buyurun; işte size çok büyük bir fırsat: Kalplerinizin
yumuşamasını, huzurla, huşuyla dolmasını güzelleşmesini, bu güzelliğinde
yüzünüze, yaşantınıza yansımasını istiyorsanız, bu minnacık yavruya ve annesine
yardım edin!”
Anneyle çocukların dramını yazarak bunlara sahip çıkmalarını istedim.
Hamdolsun sesimiz duyuldu. Önce şehrin valiliği hem bu grupta hem de
basın aracılığıyla kamuoyuna bir duyuruda bulundu, “Biz bunlara sahip çıktık ev yaptık” dediler. Ancak o an için sorun
ev değildi. Sonra İstanbul'daki bir zengin hemşerimiz yazdı, eğer adreslerini
bize ulaştırırsanız, biz elimizden geleni yaparız. Adresi verdim.
Onların bir şeyler yapıp
yapamadıkları hakkında bir bilgiye ulaşamadım. Fakat yerel bir sitede yayınladığım, çocuk ve annesinin fotoğraflarıyla
beraber, hikayelerini TRT muhabiri görmüş, aileye ulaşmış, detaylı bir haber
hazırlamış. Bu haberin ardından birçok yerden yardım talepleri geldi. En
önemlisi ise, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden uzanan yardım eliydi.
Onlar çocukları ve annelerini İstanbul'a götürüp, tedavileriyle beraber tedavi
sürecindeki her türlü ihtiyaçlarını da karşılamışlar.
O minnacık, dargın, kırgın, hüzün ve korku dolu bakışların yansıdığı
gözlerden benim yüreğime bir damla sevgi düşmüştü. Öyle bir sevgi ki, hiçbir
karşılık beklemeden, hiçbir menfaat ummadan oluşan bu duygu bana göre kutsaldı.
Her derde deva, her soruna çözüm, her sıkıntıya çare olabilecek güç ve etkiye
sahip yüce bir duyguydu ve şunu anladım ki; İnsanı güzelleştiren, yüceleştiren,
insanlaştıran, şefkat, merhamet, fedakarlık, hoşgörü gibi bütün erdemlerin ana kaynağı
“Sevgiymiş”.
İsmail Hakkı Kavurmacı
İsmail Hakkı Kavurmacı
Acılardan doğan başarı (Anadolu Ajansı 25 Ağustos 2012
Erzurum Aşkale merkezli 2004 yılındaki depremin ardından kaldıkları
çadırda çıkan yangında bir kardeşlerini kaybeden, kendileri de ağır yaralanan 2
kardeşten Şerife Köroğlu (21), Maltepe Üniversitesi psikoloji bölümünü burslu
olarak kazandı.
Yangında kardeşi Sinem (12) ile birlikte vücudunun çeşitli bölümleri
yanan Şerife, Kızılay ve hayırseverlerin desteğiyle hayata tutunuyor. Şerife
Köroğlu, 2004 yılı mart ayında Erzurum Aşkale'de meydana gelen depremde evleri
hasar gördüğü için çadırda kalmaya başladıklarını belirtti.
Bir çadıra 3 aileyle birlikte
sığındıklarını ifade eden Köroğlu, “Yangın gece meydana geldi. Yangında
hayatını kaybeden kardeşim Bedriye, gece ders çalışmak için mumu yakmış. Ders
çalıştıktan sonra uyuya kalıyor ve mumu söndürmüyor. Önce defterler, kitaplar,
ardından çadır alev almış. Annemi ve Sinem'i, kurtardım. Ailemi kurtarmak için
kendimi alevlerin içine attığım sırada ağır yaralandım” dedi.
Köroğlu, 8 kardeş olduklarını, ancak yangında 11 yaşındaki kardeşi
Bedriye'yi kaybettiğini dile getirdi. Olayın olduğu yıl Sinem'in 4 yaşında
olduğunu, her yeri yanan Sinem'den doktorların umudunu kestiğini kaydeden abla
Şerife Köroğlu, “Doktorlar, 'Sinem'in kurtulma şansı yok. Ümidini kes'
demişlerdi. Her yeri sargılar içinde olan kardeşimi eve gönderdiler” dedi.
O dönem Erzurum'da olan TRT muhabiri Fatma Demir sayesinde İstanbul'a
geldiklerini, Demir'in kendilerine yıllardır her konuda destek olduğunu anlatan
Köroğlu, şöyle devam etti:
“Fatma Ablam olmasaydı, belki Sinem de hayatını kaybederdi. Çok acılar
çektik. Kardeşimin ve benim tedavim ve ameliyatımız sürüyor. Cerrahpaşa'da 1,5
sene kaldık. Yanımızda kalan ailenin de bir kızı yaralandı. 8 yıldır
İstanbul'dayız. Kızılay tarafından hastaneye yakın bir ev tutuldu. Burada
kalıyoruz. İnsanlar elinden geldikçe yardım ediyor. Bu olay bütün hayatımızı
etkiledi.”
KÜÇÜK KARDEŞ SİNEM’İN ÖYKÜSÜ
8 YILDA 10 AMELİYAT
Okulda çok başarılı bir öğrenci
olduğunu ve ortaokulu teşekkür belgesiyle bitirdiğini ifade eden Köroğlu,
yangından sonra yüzündeki yaralar ve çevresindekilerin rahatsız edici
bakışlarından dolayı bir süre okula gidemediğini anlattı.
8 yılda 10 operasyon geçirdiğini belirten Köroğlu, kardeşinin ve
kendisinin yüzündeki yanıklar nedeniyle okula başladığında çok büyük
problemlerle karşılaştıklarını söyledi.
Köroğlu, “İlk zamanlar arkadaşları, öğretmenleri onu kabul etmek
istemedi. Her adımla mücadele ettik. Bir gün Sinem okuldan ağlayarak geldi.
Annem ve Fatma ablam öğretmen yanına gittik. Öğretmen 'Sinem'i istemediklerini,
çünkü diğer öğrencilerin psikolojilerinin etkilendiğini söylediler. Sinem
ağlayarak eve geldi. Doktorumuz, o öğretmenle ve öğrencilerle konuştuktan sonra
kardeşimi kabul ettiler.
"HAYALLERİMİ GERÇEKLEŞTİRMEM İÇİN BİR FIRSAT"
Üniversiteyi kazanmasının kendisi
için bir dönüm noktası olduğunu dile getiren Köroğlu, “Erzurum'da kalsaydım
belki liseyi bile okuyamayacaktım. Çünkü ailem ve çevrem okuma karşıydı.
Üniversiteyi kazanmak benim için anlatılmaz bir duygu. Hayallerimi
gerçekleştirmem için bir fırsat. Çok istediğim bir şeydi psikoloji okumak.
Allah'ta bana dileğimi gerçekleştirme fırsatı verdi. Her şey için şükür
ediyorum” dedi.
Maltepe Üniversitesi psikoloji
bölümünü yüzde 100 burslu kazanamasa ailesinin onu okutamayacağını anlatan
Köroğlu, yaşadıklarından psikolojik olarak çok olumsuz etkilendiğini, belki de
psikolojiyi okumasının bu anlamda büyük kazanım ve hayatla başa çıkması için
yol gösterici olacağını kaydetti.
İngilizce hazırlıkla 5 yıllık
lisans eğitiminden sonra yüksek lisans yapmayı planladığını söyleyen Köroğlu,
ayrıca Erzurum'dan İstanbul'a gelişleri ve yaşadıklarıyla ilgili bir kitap
yazdığını belirtti.
Köroğlu, aile olarak maddi
anlamda sıkıntı çektiklerini söyleyerek, Köroğlu'nun
“iyilik meleği” TRT muhabiri Fatma Demir ise Şerife'nin “Hayatta hep kötü şeyler
olmuyor. Yeter ki yardıma muhtaç insanların yanında biri olsun, küçük bir
yönlendirmeyle mucizeler ortaya çıkıyor. Hiç kimse yalnız değil bu hayatta.
Trafik kazası veya yangın nedeniyle fiziki durumu olumsuz etkilenen insanlar,
toplum içine çıkamıyor. Yani sadece engelliler değil, bu şekilde olan insanlar
da toplumdan çekiniyor. Bu insanlara elimizi uzatmamız gerek” şeklinde konuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder